Gizemli Kitap – Tarih Dede / Geheimnisvolle Buch - Historie Opa

Nach dem Geheimnisvolle Buch (Gizemli Kitap) habe ich diese Geschichte geschrieben. Diese Geschichte ist fantastische Historiesche Geschichte. Das ist auf Türkisch auch. 
 
Bilinmeyen, var olmadığı anlamına gelmez
Yıllar birbiri ardınca ilerliyordu. Güneş bir başka parıldamaktaydı bugün semada. Sokak lambalarının aydınlattığı, sessiz sokakların arasında birkaç gölge göründü aniden. Bir topluluğun ayak sesleri yakından işitilmeye başlamıştı ki, kendince gecesini kulübesinde geçirenlerin mekânında bir çift göz parıldıyordu. Ayak seslerinin her an daha da yaklaştığı gecede, pencereye yönelen bir çift göz onları izlemeye koyulmuştu, gölgelerin kim olduklarından habersizce. Birkaç kişiden oluşan bir topluluk hafif adımlarla ilerlerken, başları üzerinde bir tabut taşıdıklarını çok geçmeden fark etmişti bu esrarlı gözler. Yamaçlarla kaplı kasabanın ıssız sokaklarında birkaç ağaçtan oluşan bir araziye doğru ilerlerken gölgeler, meraklı bakışlarla izleyen esrarlı gözler, kendisini dışarı attı bir an.
Gölgelere sezdirmeden takibe koyulan bu bir çift gözlerin sahibi, kimsesiz çocukların en sakini ve uysalı olan Yabgu idi. Yabgu ailesini 6 yıl önce kaybetmiş, 8 yaşlarında bir çocuktu henüz. Dilencilik, hırsızlık, gasp gibi işlerde zorla çalıştırılıyor ve sadece karın tokluğuna bu barınakta arkadaşlarıyla yaşıyordu. Liderleri bir köşk sahibi ve hademesi aracılığıyla onları organize ediyordu.
Adımlar duraklayıp, tabutu hafifçe yere bıraktılar. Etrafta kimseler yoktu. İsimleri belirsiz, gölgelerden ibaret bu adamlar, Yabgudan habersiz toprağı kazmaya başlamışlardı. Kimseden bir tek ses dahi çıkmamakla beraber, toprağı kazanların dışında kimse hareket dahi etmiyordu. Tabuttan çıkarılan, beyaz örtülere sarılı birisiydi bu kişi. Önce kendisi, ardından da birkaç siyah poşete sarılmış eşyaları atıldı birazdan kazılmış olan çukura. Üzeri toprakla kapatılanın bir ölü olduğunu anlayan yabgu, sakim ve korku dolu bakışlarla onları seyrediyordu. Bir tümseğin dahi bırakılmayıp, tamamen insanların üzerinden geçebileceği bir hale dönüştürülen arazide, işleri bitince adamlar, geldikleri gibi sakin adımlarla gözden kayboluverdiler tekrardan. Bu manzaraya şahit olan Yabgu, barınağına geri dönüp, sabaha kadar uyuyamadı. Bu durumu liderine anlatmak için sabah harekete geçen yabgu, liderinin ters tepkisi yüzünden artık bu konu hakkında kimseye bir şeyler anlatmamaya karar verdi. Günler birbiri ardını kovalıyordu. Yabgu bu mezardakinin kim olduğunu ve onunla beraber kuyuya atılanların ne olduğunu sürekli merak etmekteydi.
Bu olaydan 3 ay kadar olmuştu. Yabgu bir hırsızlık sırasında polise yakalanmış ve hapse atılmıştı. Yaşının küçüklüğü sebebiyle 3 gün sonra serbest bırakılan yabgu, o gün barınağına gitmeden önce mezarın bulunduğu alana gitmeye ve kuyuya atılanları bulmaya karar verdi. Çok geçmeden gecenin en derin saatlerinde, eline kazma ve kürek alıp yola koyuldu. Mezarın bulunduğu alana geldiğinde, içinde inanılmaz bir korku belirmiş ve elinde olmadan titremeye başlamıştı. Zor bela kazmaya çalıştığı alanda eline gelen bir siyah poşeti yırtıp içindekileri dışarıya çıkarmayı başardı. Birkaç eşyadan ibaret olan bu şeyler; bir kitap, bir çay fincanı, bir paket pıro ve çakmak, birkaç üst baş ve bir çift de ayak kabıydı. Tümünü alıp, kuyuyu da yapabildiğince kapatmaya çalıştı. Eşyaları barınağına getirip iyice inceledi. Arkadaşları onların ne olduğunu görünce;
__ “Dostum, çaldıkların bunlar mı? Ayrıca seni polis yakalamadı mı? Bunlar ne?” Yabgu arkadaşlarına cevaben;
__ “Evet, polis beni yakaladı ve her zaman ki gibi yine serbest bıraktı. Bunlar ise çalıntı değiller. Bunlar birkaç eşyadan ibaret gereksiz şeyler işte. Sizlerin işine yarayabilir. Hediye etmemi ister misiniz?” dedi ve elindekileri dağıtmaya başladı. Tümünü dağıtıp, elinde tek kitap kalınca arkadaşları onu incelemeye başladılar. Sayfalarının boş oluşu sebebiyle hiç kimse onu kabul etmedi ve almadı.
Yabgu henüz okuma yazma bilmiyordu. Kimsenin istemediği kitabı alıp sakladı. Birkaç ay sonra kasabada gezinirken ahalinin dilinden düşmeyen bazı sözlere şahit oldu. Ahali;
__ “Falan şehirden dünyaca ünlü ve zengin birisi sebepsizce bir gece vefat etmiş. Kimseler görememiş nereye kaybolduğunu. Gözden kaybolan cesedin Batu adlı birisine ait olduğu söyleniyormuş.” Gibi söylentilerle meşgulken, Yabgu bu konuşmalara da şahit oluyordu. O kişinin Türk geleneklerine göre defnedileceğini iyi bilen Yabgu, tarihe olan merakı sayesinde bu konularda uzman olmuştu.
***
Aylar sonra bir hırsızlık olayı öncesiydi. Yabgu aylar önce bulduğu kitabını da yanına alıp hırsızlık yapmaya hazırlandı. Hırsızlık esnasında birkaç siyah elbiseli adam tarafından yakalanan Yabgu ve iki arkadaşı, bilinmez bir yolculuğa çıkarıldı. Üç günlük yoldan sonra, ilk defa gördükleri bir kasabanın meydanında bir tümseğe çıkarıldılar. Dillerini anlayamadıkları bu insanlar bir araya toplanmış bir şeyler bağırıp duruyorlardı. Yabgu ve arkadaşlarının yanında ki siyah elbiseli, kızıl sakallı bir adam, Yabguları gösterip alabildiğine bağırarak bir şeyler söylüyordu. Yabgu ilk arkadaşının, bir adamın ayaklarına fırlatıldığını görünce anlamıştı olanları. Oradan buradan öğrendiği tarih bilgisince bu uygulamanın kölelik sistemine benzediğini kavrayan Yabgu, arkadaşı Kağan’a dönüp;
__ “Üzgünüm fakat bizi köle yapacaklar. Bir birimizden ayırıp, divane misali diyardan diyara sürecekler.” Diyince, arkadaşı Kaan tutamadı gözyaşlarını ve ağlamaya başladı. Yabgu ya sıra gelince rengârenk elbiseler içerisinde, yüzü peçeli bir kadın onu satın aldı. Kadının ayaklarının önüne fırlatılan yabgu, yere düşüşüyle dizleri, elleri ve kolları soyulmuş, kanlar içinde acı acı kıvranmaya başlamıştı. Kadın arkasını dönüp hafif adımlarla ilerlemeye başlayınca, iki kuvvetli adam yabguyu kaldırıp iterek gitmesi için bağırmaya başladılar. Denilenleri anlayamayan Yabgu, çaresiz ve umutsuz bir halde gözleri yaşlarla dolmuş, tarihte ki kölelerin neler çektiğini şimdi daha iyi anlamıştı. Birkaç adım sonra bir araca binen kadının araçla meydandan ayrılışına, sulu gözlerle baka kalmıştı. Adamlar Yabguya merhamet göstermeden davranıyor ve onu sürekli dövüyorlardı.
Henüz yaşının ilkbaharında solan bu gül yüzlü genç, belinde taşıdığı kitapçıkla yollarda köleliğe mahkûm edilmiş ve sahibesini dahi henüz göremeden zulüm çemberinin tam ortasına düşmüştü. Hanımının köşküne ancak uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra getirilen Yabgu, bahçe ve temizlik işlerinde çalıştırılmaya başlanmış, hayvanların kaldığı ahırda barındırılmaya başlanmıştı. Neredeydi? Nereden nerelere gelmişti? Geldiği yerin bambaşka bir dünya olduğunu, halkın konuştuğu dilden, giyiminden ve renginden ancak anlamıştı. Bir keresinde Efendisinin bir ineğe hürmet ettiğini görünce, o ineği kıskanmış ve ona neden bu hürmeti gösterdiğini merak etmişti. Dilini kimseler anlamıyordu. O da kimseyi anlamıyordu. İşaretlerle ve kaba kuvvetle verilen komutları yerine getirmeye çalışıyor ve her defasında dövülüp, zulme uğruyordu. Yıllar sonra birkaç misafir uğramıştı Yabgu’nun köle edildiği köşke. Yabgu 11 yaşına yeni adım atmıştı. Artık çevresindekileri anlamaya ve onlarla iletişim kurmaya başlamıştı. Yaşadığı yerin Hindistan’da bir kent olduğunu, geldiği yerinde Türkiye olduğunu iyi biliyordu. Etrafında ki insanlarla tarih hakkında muhabbetler eden, onların geçmişlerini sürekli sorgulamaya çalışan yabgu, bugün bir kervanın arabalarını temizlemekle ve onların bavullarını taşımakla meşguldü. Yabgu, bu misafirlerin Türkiye’den geldiklerini duyduğunda bir yolunu bulup, konuşmaya çalıştı. İlk selam verişinde, hademenin tokatıyla yere yıkılan Yabgu, ağzından ve burnundan gelen kanlara aldırış etmeden barınağının yolunu tuttu. Gözleri yaşlı yabgu artık dayanamaz bir hal almıştı. Nefret, özlem ve kin bürümüştü bütün ruhunu ve bedenini. Yıllar önce bulduğu defterini eline alıp, nefretini bu sayfalara nakletmek istedi bir an. Barınağına kapandı ve kalemi olmadığından, ağzından ve burnundan akan kanla bir ağaç sapını bulayıp çizmeye başladı. Misafirlerin varlığı sebebiyle, onun yokluğu pek anlaşılmamıştı ki yabgu ertesi güne kadar barınağında kalabilmişti. Yazmayı bilmediğinde çizgiler attı ve kendi dilinde;
Neydim ney oldum.
Niceydi hayatım nice oldu.
Ben bendimi bilmezken,
Ben bendimi tekrar kaybettim.
Mısralarını dile getirdi. Kimse anlamıyordu onu. O öyle düşünüyordu. Kanlara bulanmış ağaç parçası, kitapçığın sayfalarına çizgileri bulamaya başladığı sırada, Yabgu gördüklerine inanamadı. Çizdikleri sayfada kayboluyordu. Sayfanın alt köşesinde simgeler belirmişti. Bu simgeleri bırakıp, kitabın kapağını çevirdi. Kapağın üzerindeki simgeleri ve yazıları incelemeye başladı. Bu hal üzereyken gelip çatan uyku, onu derin ve uçsuz bir yolculuğa çıkarmıştı. Yere serilip kıvranan Yabgu, bedenini nefsiyle bırakıp, Ruhuyla uzun bir yolculuğa çıkmıştı.
Karanlık ve sizli bir çölün tam ortasında, siyah ve kızıl renkli insanlar Yabgu’yu taşlamaktaydılar. Aniden duyulan gök gürültüsüyle çıka gelen atlılar yabguya taş atan topluluğu helak ettiler. Yabgu’ya yaklaşan bir atlı heybetli ve ihtişamlı sesiyle;
__ “Ey koca yiğit, ey vefasız çocuk, sen nesline layık olmak üzere, savaşlara ve zaferlere koşmalısın. Zulüm altında boyun ezmek için gelmedin yeryüzüne. O halde kutlu olduğunu unutma ve elinde sana emanet edilene yaz. Yaz ki andını duysun şanlı ulus. Yaz, yaz ki bizim lisanda, cevap versin sana….” Yabguya nasihatte bulunuyordu. Aniden ışıkların yok olup karanlığın yaklaştığını görünce, ardında gelen ateşin fark edilmesi geç olmamıştı. Aniden uyanan yabgu, kapıya doğru yaklaşan ayak sesleriyle irkilip, kitabı samanların arasına sakladı.
Kulağı tırmalayan cızıltılarla açılan kapıda bir zenci göründü. Bu dün yabgu’ya tokat atan hademeydi. Yabgu’ya;
__ “Kalk tembel. İş çok, çalış. Dışarı hadi…” Diye sertçe çıkışmaya başladı. Yabgu’nun üzerine tükürüp, uzaklaşan adamın ayak seslerini dinlerken yabgu, rüyasını düşünüyordu. Rüyadan sonra kendisinde anlayamadığı bir değişim fark ediyordu. Enerjik ve de heyecanlıydı. Sanki daha önce bilmediği bir şeyleri artık biliyordu. Akşam barınağına geldiğinde, kitabın kapağını incelemeye devam etti. Üzerinde yazılı olanları anlıyordu. Nasıl olduğunu bilmiyordu fakat o bu dili iyi biliyordu. Kapağında; “Gizemli kapıların anahtarı, esrarlı cevherlerin şahı bu kitapta gizlidir.” yazıyordu. Sayfasını açıp, Göktürk harfleriyle;
“Nesin sen?” diye sorunca, altında gelen açıklama, onu bir hayli düşündürmeye başladı. Sonra yazılanı tekrar tekrar kendine sordu. “Ben bir cevherim, Keşfedilmeyi bekliyorum.” Ne demekti bunlar? Anlamı neydi? Bir süre düşüncelere dalan Yabgu, oracıkta uyuya kalmıştı.
Sabahın erken saatlerinde tekrar başlayan çalışma hayatı, hayatın zorlu mücadelesi, Yabgu’yu oldukça yıldırmıştı. Sahibesi de, çalışma arkadaşları da merhametten ve aşktan çok uzaklarda yaşayan insanlardı. Konuşmak, muhabbet etmek yasak ve en dışlanılan tavırların başında gelirdi. Yıllardır okuma yazmadan bir haber yaşamını sürdüren yabgu, artık farklı bir hal üzereydi. Nasıl olduğunu bilmediği bir yazıyı yazabiliyor ve okuyabiliyordu. Ne yazık ki onun ne yazdıklarını nede düşündüklerini kimseler anlamıyordu. Günlerini artık apayrı bir tat kaplamıştı. Çalışırken o dilde sözcükler söylüyor, duvarlara ve etrafa o yazıyı yazıyordu. Üç beş kâğıt parçasına yaptığı karamalarını saklamaktan da alı kalmıyordu. Yörede okuma yazma bilen sayısı yok denecek kadar azdı. Efendilerden ve kervanlardan başka kimse okuma yazma bilmiyordu. O yazılanları ise Yabgu okuyamıyor ve yazamıyordu. Kasabada halkın dışladığı, büyücü, cinli, lanetli gibi laflarla hakaretler savurduğu bir kişi bulunuyordu. Ne kadar dışlansa da bu zamana kadar bir kişiye dahi yararından başka,  zerre kadar zararı dokunmamıştı. Hatta bazı efendi ve kurnazlar, onun birçok şeyi bildiğini fark ettiğinden dolayı ona kâin diyorlardı ve birçok konuda onun ilmine başvuruyorlardı. Tamamen beyaz elbiselerle gezinen, kasabanın epey dışında küçük bir kulübede yaşayan kendi haline bir yaşlı adamdı bu zat. Çobanlık yaparak geçimini sağlayan bu yaşlı adamcağız, hayvanlarla ve doğayla oldukça iyi anlaşıyordu.
Günler, aylar, yıllar hızla ilerliyordu. Yabgu 18 yaşında, yakışıklılığıyla ve cesaretiyle meşhur bir deli kanlı olmuştu. Efendisinin yanında koruyucusu olmuştu. Boş vakitlerinde ava çıkıyordu ve genellikle, ceylan, keklik, tavşan gibi hayvanları avlıyordu. Fakat kimi zaman ise kaplan, kobra, aslan ve kurt gibi vahşi hayvanları da avlamaktan geri kalmıyordu. Yabgu çok küçükken buraya köle olarak getirildiğini ve hala köle olduğunu iyi biliyordu. Bu diyarda o bir yabancıydı, fakat buradan da gidemeyeceğini de iyi biliyordu. Bu yüzden bu kasabaya o, civarım diyordu.
Günün birinde efendisini konağına bıraktıktan sonra ava çıkan Yabgu, ormanın derinliklerine doğru ilerledi.  Bir süre sonra ormanın derin ve sessiz karanlığında gözüne çarpan siyah parsı avlamaya karar verdi. Uzun süren takip ve çarpışma sonrasında, siyah parsı köşeye sıkıştırmayı nihayet başardı. Fakat hiç ummadığı bir anda siyah parsın yaptı hamle sonucu ipleri elinden kaçırınca yabgu, durum aleyhine işlemeye başladı. Siyah, vahşi pars acımasızca Yabgu’nun üzerine atıldı. Vahşice saldıran pars’a karşı koyamayan yabgu, yere yıkıldı ve parsın altında çırpınmaya başladı. Her yeri kan içinde kalan Yabgu, bugünün son günü olduğunu düşündüğü sırada, siyah pars aniden öteye atladı. Bir süre yabgu’ya bakan pars, hızla gözden kayboldu. Saldırının şiddetiyle kendinden geçen Yabgu gözlerini kapattı ve derin bir uykuya daldı. 
Yıldırımların ve şimşeklerin çarpıştığı gecede, yağmur yeryüzüne mızrak misali iniyordu. Barınağı olmayan yağmur altında durması olanaksızdı. Yabgu gözlerini araladığında, kendisini daha önce görmediği bir yerde buldu. Hafif doğrulduğunda, dışarıda yağmurun yağdığını gördü. Ev bir kulübe şeklindeydi ve bacasının bir bölümünden ise sızdırmaktaydı. Kulaklarına gelen damla sesine yöneldiğinde, akıtan bacadan sızan suyun bir kovaya aktığını gördü. Tam doğrulduğunda karşısında bir adamın elinde kitapla oturduğunu gördü. Bu adam kasabanın çobanı ve kâini olarak bilinen, dışlanıp hakaret edilen yaşlı zatıydı. Yaralarının sarıldığını gördüğünde, minnettar olduğunu anladı ve sakin bir ses tonuyla;
__ “Teşekkür ederim” dedi. Lakin bir süre karşılık alamayınca cümlesini tekrarladı. Yaşlı, aksakallı zat, kafasını kaldırdı ve hafif bir tebessüm etti. Ardından, “anlamadım” diyip söze devam etti.
__ “Teşekkür mü? Ne için? Bana değil, aslında o pars’a teşekkür etmelisin ki seni bağışladı. Zira senin yaptığın bu vahşete ve acımasızlığa karşı kimse seni bağışlamazdı.” Bu lafları işiten yabgu, şaşkına döndü. Kendi kendisine; “Evet, bu adam gerçekten divane, Dışlanma sebebi bu olsa gerek” diye söylenmeye başladı. Konuyu örtbas etmek için ise;
__ “Elinizde okuduğunuz ne?” diye sordu. Yaşlı adam sakince doğruldu, kitabı bir kenara bırakıp Yabgu’ya yaklaştı. Halini, durumunu sordu ve sonra yemeği hazırlamak için dışarı çıkması gerektiğini belirtti. Dışarı henüz çıkacakken Yabgu’ya baktı ve tebessüm ederek;
__ “Bence iyi sayılırsın. Mağlum beş gündür yatıyorsun. Git kulübene ve yıllar önce sana emanet edileni al gel” diyip dışarı çıktı. Ne olduğunu anlayamayan yabgu, düşünmeye başladı. Tek varlığı olan kitaptan bunun haberdar olması imkânsızdı. Zira yıllardır aynı ortamda yaşadıkları dahi bilmiyordu. Bir yandan ise nasıl beş gündür yatabildiğini düşünüyordu. Beş gündür yatakta olmasına rağmen sanki yeni yaşamış gibi acılar hissediyordu. Aksakallı yaşlı adam elinde bir tepsiyle içeriye girdi. Eliyle sofrayı gösterip;
__ “Ee… Hadi, yemeğe bakalım. Emanetini yemekten sonra getirirsin bakarız” dedi. Yabgu cevap dahi vermeden sofraya geçti. Yemekten sonra Yabgu’yu dışarı çıkarıp;
__ “Koş bakalım. Emaneti bekliyorum. Geç kalma sakın yoksa yazık olur gençliğine. Kurtuluşa ermen gerekli senin.” Dedi. Sonra uğurladı. Bu durum üzerine Yabgu evden kovulmuş gibi hissetti kendisini. Acılar içinde kulübesinin yolunu tuttu. Kulübesine vardığında, kapıda duran arkadaşlarından birisinden yardım istedi. Arkadaşı heybetli ve meraklı bakışlarıyla;
__ “Nerelerdesin sen. Dünden beri yoksun ortalıklarda” diyince, bir şaşkınlık daha yaşamaya başladı Yabgu. Sonra arkadaşına;
__ “Kaç gündür benden haber alamıyorsunuz?” diye sordu. Arkadaşı şaşırmış bir vaziyette;
__ “Kaç gün mü? Sadece dün ava gitti ve bu akşam geldin. Yani henüz iki gün dahi olmadı” diye cevap verdi. Bunun ardından, yaşlının yalan söylediğini anlayıp, kulübesine çekildi. Kitabını eline aldı ve bir süre ona baka kaldı. Bir kalem aldı ve kendi kendisine;
__ “Artık bu kitaba benzeyen defteri günlük yapacağım. Dert yoldaşım olacak ve ona notlarımı alacağım” dedi. Ardından ilk sayfasını açıp kalemini oynatmaya, Göktürk harfleriyle yazmaya başladı.
                “Ey benim kara kaplı defter, artık sen benim dert yoldaşım ve en yakın arkadaşımsın.”
Diye kelimeleri sıralamaya başladı. Cümlesini bitirip henüz ikincisine geçmemişti ki yazılarının kaybolmaya başladığını gördü. Ne olduğunu anlayamamıştı ki, sayfada beliren sözcükleri okumaya başladı. Bunu öncelerinde tekrar yapmıştı ve yine bu kitapta bir gizem olduğunu fark etmişti.  
“Ben senin dert yoldaşın değil, senin can yoldaşınım. Nihayet yıllar sonra beni fark etmene de çok sevindim.”
Sonrasında tekrar yazmaya başlayan yabgu, kitaba yaşlı adamı bilip bilmediğini sordu. Detaylarıyla aldığı yanıt sonrasında, kitabını kavradığı gibi yaşlı adamın kulübesinin yolunu tuttu.
Yağmur henüz dinmişti. Şafağın erken saatleriydi. Aksakallının kapısına dayanan Yabgu bağırıp çağırıyordu. Nihayet kapıda yaşlı adam göründüğünde ise bir süre sakinleşip bekleyen Yabgu, aksakallının sesiyle irkildi. Aksakallı yaşlı adam;
__ “Geç kaldın. Çünkü nefsine uyup farklı âlemlere dalmaya kalkıştın. Emaneti getirdin mi?” diye sordu. Yabgu soruyu umursamaksızın aniden bağırarak konuşmaya başladı.
__ “Sen kimsin? Bu kitap nedir? Sırrı ne bunun? Anlat bunları bana” diye çıkışınca, Aksakallı yaşlı tebessüm etti ve sonrasında eliyle içeriyi gösterip, onu içeriye aldı. Yabgu’yu divane oturtan aksakallı yaşlı, Yabgu’nun karşısına oturdu ve başladı anlatmaya;
__ “Bak yiğidim, Bu kitabın tarihi şudur ki yüzlerce yıl önce bilge Kaan tarafından dönemin Hakanına hediye olarak takdim edilmiş olup, gizemleriyle meşhurdur. Her şeyi ama her şeyi doğru bilen bu kitap, kutsaldır ve kötü kişilerin eline geçmemelidir. Sen bu kitabın efendisisin. Dilediğin gibi kullanabilirsin ama doğru kullanmanda daima fayda vardır” dedi ve sözlerine devam etti.
__ “Civarım diye adlandırdığın bu diyarın halkı hüsrandadır. Hakkı ve hukuku bilmedikleri gibi, rahmandan da uzaktırlar. Bana divane demelerinin sebebi, işte budur. Bu insanların bir kısmı, ineklere, bir kısmı putlara bir kısmı da ruhlara tapınmaktadır. Lakin bunların hiç biri hak olmamakla beraber, inananlar ise büyük hüsran içindedir” derken aniden lafa atılan Yabgu;
__ “peki, hak ne, doğru ne söyler misin?” diye soru yöneltti. Yine aynı sabırla ve azimle konuşmasına devam eden aksakallı;
__ “Hak birdir. Allah (c.c) tüm insanları yaratan ve koruyandır. İşte budur doğru olan. Bu kitaba gelince ise gizemli olmakla beraber sırrı henüz çözülmüş değildir” diyince, yabgu bir süre düşündü ve kitabı açtı. Kitaba Göktürkçe olarak; “Ben ne zaman doğdum” diye yazınca, aksakallı gördüklerine inanamadı. Heyecanla aniden ayağa kalktı ve Yabgu’nun omuzlarından tuttu. Heybetli ses tonuyla;
__ “Sen, Sen… Nerden öğrendin bu dilde yazmayı?” diye sordu. Yabgu sakin ses tonuyla;
__ “hiçbir yerden. Bir gün uykuya daldım. Sonrasında uyandığında bu dili biliyordum. Duvarlara ve kâğıtlara da yazabiliyordum. Zira ben hayatımda ders almadım ve okuma yazmada bilmezdim” diyince yabgu, aksakallı bir süre düşünmeye başladı. Sonra hafif ses sonuyla mırıldanmaya başladı.
__ “Sen kutsalsın. Bu kitabın da asıl sahibi sensin” dedi ve kendisini dışarıya attı.
Henüz gün ağarmış ve güneş etrafı aydınlatmaya başlamıştı. Sohbet alabildiğine ilerlemişti. Akşama doğruydu. Bir atlı yaklaşmaktaydı kasabadan bu tarafa doğru. Atlı yaklaşırken kasabada bir toz bulutu olduğunu görünce, bir şeylerin ters gittiğini anlamışlardı. Atlı bağırarak geliyordu.
__ “Zalim han ve ordusu kasabaya saldırdı.”
Aniden gelen bir kurşunla yere yığılan elçinin ardından etrafı saran askerlere karşı koyamayacağını anlayınca Aksakallı adam, Yabgu’ya da engel oldu. Askerlerin başında bir komutan yaklaşarak;
__ “Bana bakın. Elinizde ne var ne yoksa sultana vermek zorundasınız” dedi. Bunun üzerine aksakallı;
__ “Allah’tan korkun. Benim şu kulübeden başka hiçbir şeyim yok” diyince, Komutan heybetlendi ve aniden kükredi.
__ “Ne Allah mı? Biz o adı yok etmek için 70 yıldır savaşıyoruz. Tam yok olmuş derken sen anıyorsun” diye bağırıp aksakallıyı oracıkta şehit etmişti. Ardından Yabgu’ya döndü. Alaycı bir bakış çatıp sonrasında ise yine alaycı ses tonuyla;
__ “Bak genç, canını bağışlamamı istiyorsan bize bağlı kalmalı ve elinde olanları vermelisin” dedi. Yabgu, kanlar içinde kalan aksakallıya baktı. Ardından bir adım ileriye çıktı. Komutanın gözlerine bakarak;
__ “Bu yaşlı benim dedemdi. Tek varlığı ben ve şu kulübeydi. Kulübe de, içindekilerde sizin olsun. Onun neyi varsa sizindir. Tabi bende onun olduğuma göre, bende sizinim. Beni yanınıza alın” diyerek yalvarmaya başladı. Komutan yine alaycı tavrıyla;
__ “bunlar da sende zaten bizimsin. Ama bize dâhil olman için farklı olman gerek. Senin ne farkın ve diğerlerinden?” diye alay etmeye başladı. Yabgu kendinden emin ve cesur bir üslupla;
__ “Evet farklıyım. Tarihi çok iyi bilirim. Kimselerin bilmediği, kimsenin fark edemediği birçok gerçeği, kaybolan hazinelerin yerlerini ve kutsal toprakların yerlerini çok iyi bilirim” diye yanıt verince, komutan;
__ “hım… Ben anlamam. Atla bakalım, gideceğiz sultana o anlar senin neyi iyi bilip bilmediğini” dedi ve Yabgu’yu da alıp kasabayı terk ettiler.
***
Günlerce süren yolculuğun ardından sultanın askerleriyle Yabgu sarayın bulunduğu Semerkant iline yaklaşmıştı. Birkaç saat sonra saray kapısının önünde beliren askerlerin gelişini saray bekçileri çan boruları çalarak haber veriyordu. Hafif adımlarla ilerleyen atlar üzerinde etrafı ve etraftaki ahaliyi seyreden Yabgu, farklı bir dünyaya geldiğini anlamıştı. Çoğunluk siyah elbiseler giyinmişti ve yüzleri ise birçoğunun kapalıydı. Erkek nüfus ağırlıklı olmasına rağmen kadınlarda oldukça fazla dikkat çekiyordu. Çünkü erkeklerden daha açık giyinmiş kadınlar da etrafta fazlasıyla mevcuttu.
Yabgu saraya, sultanın huzuruna çıkarılacağı her anın yaklaşmasıyla daha da bir heyecanlanıyordu. Çünkü dedikleri, askerlere anlattıklarında pek emin değildi. Sadece elindeki kitaba güveniyordu. An gelip çattığında, Yabgu sultanın huzurundaydı. Etrafta gölgelerle kapanmış, sadece perdelik aralarından sızan ışıklar aydınlatıyordu etrafı. Güneş sanki bu anı bekliyor, durumun neticesini merak ediyormuş gibiydi. Akşam bugün geç olacak gibiydi. Karanlık çökmemiş, en sıcak güneş parıltıları ortalığı kavuruyordu. Sultanın tahtı perdelerle kapatılmıştı. Siyah ve kırmızı renkli perdeler, örtüler alabildiğine etrafa yayılmıştı. Sultanın her iki tarafında da sıralı dizilmiş vezirler, paşalar ve görevliler ayakta yer alıyordu. Yabgu, başkomutanın hemen ardında huzura girmişti ve arkasında ise başka kimseler girmemişti içeriye.
Başkomutan usulca sultana eğilmiş vaziyette yaklaştı. Sultanın elbisesinin bir köşesinden tutup, öptü. Ve yine aynı üslupla geri ilerledi. Yabgu’nun dikkatini çeken mevzu, komutanın sultana hiç bakmayışı, kafasını dahi kaldırmayışıydı. Sakin ve ürpermiş bir ses tonuyla söze başlayan komutan, diz çökmüş vaziyette, kafası aşağıda konuşmasına devam ediyordu.
__ “Efendim, Bu diyarın ve alemin şah-ı efendisi olan sultanım, rızanıza nail olmak ve şefkatinizden bir parça olsun nasiplenmek için buyurduğunuz tüm emirleri yerine getirdik. En büyük düşmanınız olan kelimeden, isimden ülkemizi arındırdık. Bu kelimeyi son anan kişiyi kurban edip, tek varisi ve varlığı olanı da size getirdik.” diye konuşmaya devam etmekteydi komutan. Sultan aniden kükrer vaziyette eliyle Yabgu’yu işaret edip;
__ “Bre adam, bre gafil, ben dev miyim ki adam yiyeyim. Kurbanlarınız bana ulaşmaz, işlediğiniz ameller ulaşır zira bunu gidin kurban edin bana getirmeniz ne hacet.” deyip taktına yaslandı. Komutan;
__ “Efendim bu kurbanınız farklıdır. Tarihi çok iyi bildiğini iddia eder. Hazineleri, savaşları, gizemli olayları, şifreleri, büyüleri, kayıp şehirleri bulabildiğini söyler. Bu yüzden size hizmet etmesi lazımdır diye düşündük.” der ve abartılarla dolu yalanlara başlar. Yabgu sadece tarihten anladığını söylemesine rağmen, komutan onun tarihten gelen bir kain, bir büyücü olduğunu savunmaktadır.
Sultan bunları dinledikten sonra meraklı bir tarzla;
__ “Demek öğle, O halde söyle bana bakalım bizim en büyük hazinemiz nerede?” diye sorar. Yabgu beklenmedik bir soruyla karşılaşmıştır. Heyecanlı bir halde;
__ “Efendim, mağlumunuz uzun yoldan geldik. Yorgunluk ve halsizlik üzerimizdedir. Tabi bunlar bahane değildir. Fakat anında size yanıtları söylemem doğru değildir. Zira sizin gibi büyük bir sultanımıza karşı ukalalık etmiş olurum. Dilediğinizi sormakta serbestsiniz fakat ben ne söylersem sizin bildiklerinizdir bu yüzden bana müsaade etmelisiniz ki bildiklerimi size daha güzel ifade edebileyim. Yoksa ben bir garip köylüyüm. Bir sultana karşı nasıl konuşulur pek bilmem. Söyleyeceklerimi ise düşünür, taşınır ve güzel bir mantığa,  sanata döktükten sonra dile getirebilirim. Aksine yanlış anlaşılmam ve ukalalık etmem söz konusu olabilir.” Diye sözleri sıralayınca Yabgu, sultan Yabgu’nun çok zeki olduğunu aslında bu dediklerinin başka bir sebebi olduğunu anlamış ve dışarıyı gösterip;
__ “Gidiniz, istirahat edip dinleniniz. Yarın sabah sorumun cevabını beklerim zira kafanı gövdenden ayırır, komutanımla beraber çöle gömerim seni” der. Yabgu istediğine ulaşmıştır. Akşam sultanın sorabileceği birçok soruyu kitaba sorup öğrenir. İyice ezberleyip sabah huzura çıkar. Sultanın sorusuna verdiği cevap sultanı hayretler içinde koymuştur.  Huzurunda diz çökmeden sert adımlarla ilerleyen Yabgu;
__ “Kıymetli sultanım, benden diz çökmemi yahut eteğinizi öpmemi istemeyeceğinizi biliyorum. Çünkü benim yanınıza yaklaşmamın sakıncalı olduğunu düşündüğünüzden haberdarım. Sorunuza gelince, Hazinenin nerede olduğunu sizden başka kimse bilmiyor. Yerini bilmenize rağmen sorduğunuz soruya cevabım bellidir. Ak hisar köyünün ardında yasak tepe diye adlandırılmış tepeciklerden sonra gelen cehennem ovasında ki bir mağarada saklı durmaktadır. 7 yılda bir kontrole gittiğinizi ve miktarını her yıl artırdığınızı da bilmekteyim. Fakat sizden rica şudur ki, sorduğunuz yahut soracağınız her şey için kısa da olsa bir zaman tanımanızı ve sadece baş başa iken bu görüşmeleri yapmamızı istediğimi bilesiniz.” diye sözlerine devam ederken, aniden sözünü kesen sultan;
__ “Ey ahmak çocuk, neler dersin sen. Dediklerin doğru olabilir. Bilge yahut kain de olabilirsin fakat bana şart koşmak ve ukalalık etmek ne haddine senin” diye çıkışır. Yabgu hiç üslubunu bozmadan;
__ “Şart yada ukalalık değil. Bu benim arzumdur. Yine siz dilediğinizi yapmaya kadirsiniz. Fakat unutmayın ki sonradan olacakları sizden daha iyi bilebilirim.” diye yanıt verir. Sultan onlarca soru sorar ve hepsine inanamayacağı doğru cevapları alır. Yabgu artık tarihten bir haberci olarak görülmeye başlar.
                Haftalar, Aylar, Yıllar geçip gider. Yabgu 40 yaşına vardığında namı tüm diyara yayılmıştır. Nice hazineler, nice kayıplar, niceler bulmuş, bildirmiş ve insanlığa tarihten bir elçilik görevi yapıyordu. Günün birinde artık kitaba soracak sorular bulamadığını anladı. İnsanlar aynı şeyleri soruyor ve hep onlar üzerinde odaklanıyordu. Yabgu o gece kitabı eline alıp birkaç soru sormaya başladı.
Göktürk harfleriyle;
“Seni kim yaptı?” diye sorduğunda aldığı cevap onu farklı sorular sormaya zorlamıştı. Kitabın yanıtı;
“Sizlerden biri” Durum soru cevap halinde ilerleyip gitti.
 Soru; “Bizlerden biri de kim?” yanıt; “Seçilmiş birisinin en seçkin öğrencisi.”
Soru; “Peki sultanın aslı nereden geliyor” yanıt; “Ademden.”
Soru; “O kim?” yanıt; “Bütün insanlığın babası olan elçi.”
Soru; “Nereden geldi peki o?” yanıt; “Cennetten.”
Soru; “Cennet ve cehennemin kapısının anahtarı şuan sultanda değil mi?” yanıt; “Hayır.”
Soru; “Peki kimde anahtarı?” yanıt; “Cennetin de cehenneminde, kainatında, sizinde, sultanın  ve onun tüm soyunun da geçmişini, kaderini ve halini bilen ve kontrol edenin elinde.”
Yabgu şaşkınlıklar içinde karmaşık düşüncelere dalmıştı. Zamanın daraldığını günün ağaracağını görünce son bir soru daha sormak istedi. Daha seçkin ve net tonla başladı kitabın sayfalarına Göktürk harflerini nakış nakış işlemeye.
Soru; “Bizi kim yarattı?” yanıt; “Allah (c.c)” Şaşkınlığını bile tam yaşayamadan yıllar önce köle olarak yaşadığı diyardaki aksakallı aklına gelmişti. Hatırında onun kurban edilişi canlanmış ve son sözü olan “Allah” sözcüğünü ilk ve son kez ondan duymuştu.
Birkaç hafta boyunca bunları düşünen ve sürekli onunla ilgili sorular soran Yabgu 4 haftanın sonunda kitabı eline alıp, sorusunu sorduğunda ise ne yapacağını şaşırmıştı. Onlarca sorudan sonra “Beni yaratanı, onu nereden bulabilir?” diye soru yöneltince, yanıt olarak; “Onun eseri ve sanatı tüm kâinata serpilmiş. Onu ve onun sıfatlarını bende bulamazsın. Şayet bulmak ve ona ulaşmak istiyorsan, kitapların en üstünü ve en şereflisi olanı bulmalısın. Zira o kitap seçilmiş bir elçinin öğrencisi tarafından değil, bizzat Allah (c.c)ın kelamı olarak insanlığa gönderilmiştir. Onu bulmalı ve onda aramalısın.” Yabgu yanıtlar karşısında ne yapacağını bilemiyordu. İnsanlık ondan uzaktı. Sultan ve askerlerinin korkusundan kimseye bu durumu anlatamaz ve bu konuyla ilgili araştırmalar yapamazdı.
Yabgu 51 yaşına henüz girmişti. Uzak diyarlardan gelen bir kervanı karşılamak ve birkaç faydalı bir şeyler satın almak için meydana vardı. Çok büyük bir kervan sayılmazdı. Çöl obası diye adlandırılan diyarlardan geldiği söyleniyordu. Kervanın liderini bulup, faydalı kitaplarının olup olmadığını sordu. Kervan hayretle Yabgu’ya bir süre baktıktan sonra cevap verdi;
__ “Evet var. Fakat bunca diyar gezdim henüz kitap soran yada isteyen kimseye rast gelmedim.” Yabgu; __ “bana kitapları göster.” diyince, kervancı başı, en arkada duran develerin yanına yöneldi. Develerden birinin üzerinde ki bir bohçayı indirip, Yabgu’nun önüne açtı. Sevinçli bir şekilde;
__ “İşte bayım. Kitaplar burada, size uyguna fiyata vereceğim. Mağlum ilk kitap siftahım olacak.” Derken, Yabgu başlamıştı bire kitapları incelemeye. Arapça, Farsça ve birçok dilde kitaplar vardı. Uzun zamandan beri Arapça, farsça gibi yöreye yakın diyarların dillerini de öğrenmişti. Yabg, başını doğrultup adama baktı.
__ “Üzgünüm fakat bunlar işime yaramaz bana daha faydalı ve daha büyük kitaplar lazım” diyince adamın sevinci kursağında kalmıştı. Kurnazlıkla boş dönmemek için;
__ “Tasalanmayın siz. Elimde daha iyi kitaplar da var. Onları size vereceğim.” dedi. Yabgu ne tür kitaplar olduğunu sorunca, adam başka bir devenin yanına koşup bohçayı kapıp, geldi. Bohçayı açıp, Yabgu’ya sundu. Yabgu tekrar başlamıştı kitapları incelemeye. Bir süre sonra son incelediği kitabıda umutsuzca bohçanın üzerine atıp, doğruldu. Sessiz bir üslupla;
__ “Bunlar kitap ben bu kitapların şahını arıyorum onu bulmalıyım” diyince adam hayret etti. Gaflet ve hüsran öğle bedenleri, öğle ruhları kaplamıştı ki gerçeği göremiyorlardı. Paradan ötesini düşünmeyen kervancı başı;
__ “Hadi be adam işine alacağın yok senin. Oyalama beni boşuna” deyip, çekip gitti. Bu konuşmalara şahit olan bir başka kervan satıcısı hafif adımlarla Yabgu’nun yanına yaklaştı. Yabgu’nun kulağına;
__ “bilsem ki bu diyarda gafil yok, bilsem ki hakikati arayan var işte o zaman bende haykırırdım gerçekleri” dedi. Ardından hafif adımlarla ilerlemeye başladı. Yabgu hemen koşup adamın kolundan tuttu. Ürkek bir halde;
__ “Dur. Kimsin? Benim istediğimi biliyor olmalısın” dedi. Bir bedevi kıyafeti içindeki adamcağız;
__ “bu diyarda kan var. Zulüm ve nefret var. Bana ilişme sakın. Ama istersen hakikati bulmak git çöllerin obasına, Orda hakikat var. Allah’a yemin olsun ki Kur’an-ı Kerim senin aradığın kutlu kitaptır.” der ve hızlı adımlarla gözden kaybolur. Yabgu ardından koşup aramaya başlar. Kimsesiz tek yol olan bir sokağa girdiğini görüp o sokağa koşar. Kimseler yoktur ortalıkta. Bir yaşlı kadın oturmuş ekmek pişirmektedir o esnada. Ona buradan birinin geçip geçmediğini sorar. Fakat kimsenin geçmediğini söyleyince yaşlı kadın, Yabgu da aramaktan vazgeçip sarayda kendine ayrılan odaya koşar. Hazırlanıp çöl obasına gidecektir.  Odasına vardığında Gizemli kitap masanın üzerinde durmaktadır. Eline alır ve sorularını sormaya başlar.
Soru; “Sen tek misin, kutsal ve eşsiz misin” yanıt; “Evet” Yabgu bu yanıtı aldığında kitabın satırına şunları yazar;
“Sen tek değilsin kutsalda. Zira bir tek olan kitap var işte kutsalda o gizemlide. Anıda, ahirida, gaybına o en iyi bilir. O bilir bilmesine ama o değil onun asıl sahibi olan Allah bilir.” Ardından kitabı kapatıp, duvarın dibine atar. Hafif ışık vermekte olan mumu alıp kitabı tutuşturur. Kitabın her yanışında bir haykırış, bir çığlık bir karmaşa boy göstermeye başlar diyarın sokaklarında. Pencereden baktığında Yabgu, gökte kızıllık,  yerde kara gölgeler görür.
Adımını dışarı çıkmak için attığında ise bir ağırlık hisseder üzerinde. Eline bir kağıt ve kalem alıp;
“Asıl kitap sensin ey kuran, asıl yüce olan senin de bizimde yaratıcımız Allah’tır.” Bir mum tutuşturmuştur etrafı, yanan kâğıtlar, kitaplar ve perdeler sarayı ateşe bırakmış ve diyarı dumanlara bulamıştır…

Değerlendirme: 5.0/1
Sayaç: 1551 | Ekleyen: jungnet | Etiket: gizemli kitap, tarih dede, Geschichte
Toplam Görüş: 0
avatar