SARAMASUHAN Saramasuhan, insanî özelliklerde tüy ve zerden kanatları olan, pençeleri ve ince alıcı, küçük boynuz ve tüylü kuyruğu olan doğa üstü güçlere sahip bir varlıktır. İki eli, iki ayağı vardır. iki dev tüylü ve iki de küçük zer kanadı vardır. İki küçük boynuzu, iki uzun alıcısı ve iki de minik kıskacı vardır. Gözleri ateş püskürtme renginde alevlidir. Uzun saçlı, orta bıyıklı ve hafif sakallı bir erkeği andırır. Rüzgâr, su ve alev şekline büründüğü görülür. Kulaklarının yanında 4 kesikli solungaç vardır. Elleri perdeli olabilmekte ve suya girdiğinde ayak altından açılan dalgıç perdeleri bulunmaktadır. Zer kanatları adeta su içinde yüzgeç işlevi görür. Sırtında iki kılıç, sağ ve sol kol hizalamasında bıçaklar vardır. Bir yay ve mızrakla savaş ettiği ve avlandığı görülmüştür. Teni mavisi ve yeşil turkuaz rengine bürünebilmektedir. Asli rengi esmerdir. Omuz, sırt ve karın bölgesi kertenkele derisi gibi sert ve katmanlıdır. Alın ve çene altı yılan derisi gibi, parlak ve rengârenktir. Kırmızı yapraklı ormanların ardında bir kaya tepesine kurulu küçük bir köyde yaşayan yeni bir medeniyetin keşfi çok uzun olmamıştı. 42 yıllık ömrünü canlılar ve özellikle de nesli tükenen canlılara adayan Julia, arkadaşı Suna ile bu küçük köyü de ziyarete karar verdi. Yıllar önce profesör Karis’in beyanınca orta asyanın güneyine yakın bölgede bulunan gölet etrafında yüksek kayalık dağlar vardı ve bu dağların en tepesinde kimselerce keşfedilmemiş bir köy vardı. Halkı da yerli ve modern hayata henüz uyum sağlamış değildi. Julia ve Suna bu köyü keşfetme, modern dünyaya tanıtma gayesi içinde çalışmalara başladılar. Etraflıca gezi hazırlıklarından sonra uzun bir Asya yolculuğu başlıyordu. Bilinmez efsanelerle dolu macera da ilk uçuşla beraber başlıyordu. 4 buçuk saatlik uçuş sonrası inişe yarım saat kalmıştı. Uçakta az kişi vardı ve yaşlı bir çift vardı ki, bayağı tedirgin görünmekteydi. Suna dayanamayıp, tedirginliğin nedenini sordu. Aldığı yanıt çok garipti. Anlayamadığı için fazla üstelemek istemedi. Julia, Suna’ya ne olduğunu sorduğunda ise Suna’nın yanıtına gülümseyebilmişti sadece. “Gökyüzünde uçan ve birçok teknolojik araca zarar veren bir kabus varmış, onun gazabına uğramaktan korkuyorlarmış.” Uçuşun sonunda bölgede yer alan bir konuk evine yerleştiler. Julia ve Suna’yı burada Yekta karşılamıştı. Gün sonunu uyuyarak karşılamak yerine güzel bir sohbet eşliğinde yemek yiyerek geçirdiler. Neden geldiklerini Yekta’ya anlattıklarında oldukça heyecanlıydılar. Köyün keşfinden öte canlı türünün de tespiti önem arz ediyordu. Bu yüzden heyecan doğaldı. Sabahın ilk ışıklarında güzel bir kahvaltı sonrası yola koyulacaklardı. Güneş yeni doğmuştu. Mevsimler kışın son demlerini gösteriyordu. Yüksek dağlarda kış hala kendisini gösterirken, ova ve dağ eteklerine doğru sert rüzgarların eşliğinde ilkbahar kendisini göstermekteydi. Gizemler ve ilginç efsanelerle dolu bir diyar olduğu sanılan bu bölgede çok uzun süre kalmayacaklardı. Çünkü dönüşte yapmaları gereken çok iş vardı. Planlar böyleydi ama gerçekler ve kader nasıl olacak, bilinmez. Sabah güzel bir organik köy kahvaltısının ardından Suna, Julia ve Yekta yola koyuldu. Araçlarla ormanın son gidilebilir noktasına vardılar. Yüksek ağaçlarla kaplı karanlık ormanın ilk aşamasıydı burası. Şimdiden Julie ve Suna fotoğraf çekimine, incelemeye başlamıştı. Bu aşamadan sonra binek hayvanlarıyla yolculuk devam edecekti. 5 adet atla yolcuk devam edecekti. Julia, Suna ve Yekta dışında iki de silahlı koruma bulunuyordu. Gece-gündüz fark etmez vahşi hayvanlara karşı koruma amacıyla bu korumalar da yolculuk edeceklerdi. Orman sığ ağaç ve dallarla kaplıydı. Adeta tehlike kokusu yansıtıyordu. Gök yüzü mavi ve parıltılıydı ama yağmur yağacak bir hava kokusu vardı. Ayrıca hafif bir rüzgar da hissediliyordu. Ormanın derinliklerinden soğuk kasvetli bir esinti esmekteydi. Ağaçlarda kuşlar geziniyor, börtü böcek geziniyordu. Zorlukla ormanda ilerliyorlardı. Günün ortasıydı, saatler henüz öğleni gösteriyordu ama daha şimdiden orman karanlığa bürünmüştü ve adeta gece misaliydi. Ağaçlarda görülen her böcek resme alınıp, telefondan inceleniyordu. Tarifi olmayan tanınmayan varlık var mı, canlıların yoğunluk durumu anlaşılmaya çalışıyordu. Küçük bir bölge gibi görünse de geniş bir alan sayılmaktaydı bu bölge, çünkü zorlu doğa şartları vardı ve bir yerden bir yere ulaşım oldukça zor, zaman alan bir işti. Karıncalar, kuş ve böcekler özenle resmedilip, incelendi. Ağaçlar incelendi. Pek bir fark ve doğaüstü durum yok gibiydi. Bölgenin tipik iklimine uygun tanıdık doğa ve canlı türleri görülmekteydi. Sadece oldukça yoğun bir biçimdeydi. Gece soğuk ve ürperticiydi. ilk günden tehdit ve tehlike kapıyı çalmıştı. Kurtların saldırılarına uğramışlardı. Korumalar sayesinde bu tehlikeyi atlatabilmişlerdi. Akıbet ise 4 kurt öldürülmüştü. Yoksa ciddi zarar verecek düzeydeydiler. Sabah olduğu ağaçların arasında zorla parıldayan güneşten ve saatten belli oluyordu. Atlarla yolculuk devam ediyordu. İkinci geceye gelmeden bir ayı, bir de bilinmeyen bir varlık tarafından saldırıya uğramışlardı. Ne olduğunu bilememişlerdi. Bir canlıdan öte ruhani bir varlık gibiydi. Peri veya cin olduğunu düşünmüyor değillerdi. Ama saldırısından kendisi vazgeçmişti. Nedeni de meçhul. Üçüncü gece ise dev bir timsahla harp ederek geçmişti. Neyse ki silahlar işini görüyordu. İlk defa böyle bir şey olduğunu düşünen Suna, fotoğraf çekimini başarmış ve telefona sorgulamıştı. Ancak yanılmıştı. Bu tarz timsahlar dev timsah olarak asya bölgesinde ve yoğunlukla da bu civarda yaşıyordu. Garip bir durum yoktu. Saldırması ise gayet doğaldı. 4 Gece 5 gün olmuştu. kurt, timsah, bilinmeyen bir ruh, ayı ve kartallar, mağaradan çıkan yarasalar derken bir hayli tehlikeyle yüzleşmişlerdi. Ama hala ayakta ve dinçtiler. Korumalar ilgili konuda deneyim sahibiydi. Olağan üstü bir şeyler olması bekleniyordu ama sadece zorlu bir doğa koşulları söz konusuydu. Dev bir kanyon yakınına vardılar. Atlarla ilerlemenin zor olacağı anlaşılmıştı. Atlar ve bütün ekipmanlar güvenli bir kamp kurulup oraya bırakıldı. Başına da korumalardan birisi geçmişti. 4 kişi, yürüyerek yolculuğa devam edeceklerdi. Ürperten gizemli kanyondan geçip, tepelere ve ardından dağın yüksek doruğuna ilerlenilecekti. Bu yolculuk planı yekta ve Suna’nın yaptığı araştırma ve tahminlere bağlıydı. Kanyonda asıl tehlike belirmişti. 2 saatlik yolculuktan sonra tepelerden kayalar düşmeye, ardından da meçhul varlıkların saldırısı başlamıştı. İlginç bir rüzgar esintisi ve genzi yakan iğrenç bir koku yayılmıştı etrafa. Sonra da gün yüzüne çıkmıştı dehşet veren yaratıklar. Dinozor kafalı, iki ayaklı canavarlar saldırıya geçmişti. İlginç olanı şu ki, kanatları vardı ama uçamıyorlardı. silahlar etkisiz kalıyordu. Yekta ve korumalar nükleer enerji ile güçlendirilmiş silahları kullanmak zorunda kaldırlar ve ciddi bir yaralanma söz konusu oldu. Suna kolundan, Julia bacağından ve Yekta sırtından yaralandı. Koruma ise sıyrıklarla kurtuldu ama saldırı bitmemişti. Sadece bilinmeyen bir nedenle duraksamışlardı. Muazzam bir ses etrafta yankılanmaya başladı. Sonra kesintisiz gelen ses iğneleyici bir tona büründü. Öyle bir hal aldı ki, bütün yaratıklar kafalarını yere yapıştırıp, sesi duymamak için çabalıyordu. Aydı benzer durum Suna’lar için de geçerliydi. Baş ağrısı, ani bir basınç vurgunu oluşmuştu. Sonra bulutların ve sisin kapladığı kanyon üzeri kara bulutlara kendini bıraktı. Meçhul bir gölge belirmişti gök yüzünde, hızlı ve görünmez durumdaydı. Sonra ses dinmiş, yaratıklar hafifçe kendilerini toparlamaya başlamıştı ki, o an olan olmuştu. Dehşet veren bir zelzele ve vurgun saldırısı yaratıkların üzerine yağmıştı. Bu saldırıyı Yekta açıklıyordu. “Kabus! her varlık ve canavarın kabusu, o geliyor. Zelzele ve vurgun saldırısıyla hakimiyetini kuruyor. Gerçekmiş! Demek, denilen efsane gerçekmiş…” Julia ve Suna duyduklarına inanamıyordu. Gördükleri karşısında ise şaşkına dönmüştü. Kanatlı, heybetli, ne olduğu anlaşılamayan bir varlık, ışınsal bir enerji kütlesini yaratıklara savuruyordu. Darbeyi yiyen yaratık adeta iç organları yanarak felç oluyordu. Derileri büzülüyor, gözleri akıyordu. Yaratıklara yapılan bu darbeyi fırsat bulup, bir ine sığınmayı başaran Suna ve arkadaşları şoka girmiş haldeydi. Bu arbede esnasında silah, eşya ve gereçlerini de kaybetmişlerdi. Yaklaşık 1 saat korkuyla inde kaldılar. Sesler dinmiş, sakinlik çökmüştü. Ağır adımlarla Yekta dışarıya göz attı. Bir tek yaratık dahi yoktu etrafta, ne ölü ne de diri. Ölülerini de alıp ortadan kaybolmuş olmalıydılar. Efsanevi varlıktan ise bir eser yoktu. Sadece çok uzaklardan heybetli haykırışı veya kükreyişi duyulabiliyordu derinden derinden. Bir süre sonra inin çıkışında oturup, soluklandılar. Suna; “Bu olanlarda neyin nesiydi?” diye sordu. Julia da soruya yanıt istercesine, aynı soruyu soruyormuş gibi Yekta’ya baktı. Yekta; “Sadece bir uydurma, efsane diye düşünüyordum. Sizin bu köy efsanesine de inanmıyordum. Fakat bu olanlardan sonra inanıyorum artık. Yıllar önce biz çocukken ninemiz bize anlatırdı. Sonra anlatılmaz oldu ama kırsal köylerde hala anlatılmaktadır ki, çocuklarla beraber yetişkinler de buna inanmaktadır. Bir varlıktan söz ediyorlardı.” Suna, söze girdi. “İyi, ama bu varlık nasıl bir şey, ne yapıyor, ne özelliği var, bunu bilen yok mu?” Yekta yanıt verdi. “Var! Aslında yok. Sadece söylentilerden ibaret. Falan kişi şöyle görmüş, filan kişi böyle olduğunu dedi, o buna kanaat getiriyor, bu bu konuda bunu ön görüyor ve anlaşılan söyle gibi söylenceden ötesi yok. Ortak olan bazı özellikler ve tarifler var tabi.” İlginç ve heybetli bir durum söz konusuydu ama uzun sürmedi. Yine bir sesle irkildiler. Bu defa bayağı uzak bir ücra köşeden beliren dev bir canavardı. Deminki canavarların daha büyüğü belirmişti. Ancak çok şükür ki, onları fark etmeden, kayalık ve ağaçların arasından o bölgeden uzaklaşmayı başardılar. Geceyi ormanda yine geçirmek zorundaydılar. Sabah ise geri dönüp kampa gideceklerdi. Artık ileri bu durumda gidemezlerdi. Gitseler dahi silah ve gereç desteğine ihtiyaçları vardı. Uzun ve zahmetli bir yoldan sonra nihayet kurdukları kampa varmayı başardılar. Yolda karşılaştıkları diğer tehlikelerden de kaçarak kurtulmuşlardı ama Julia bir şey sezmişti. Tüm bu tehlikeler de anlayamadığı bir güç korumakta ve tehlikeleri bertaraf etmekteydi. Zorlukla kampa vardıklarında gördükleri karşısında dehşete düşmüşlerdi. Kampa darbe yapılmış, saldırı gerçekleştirilmişti. Görüldüğü kadarıyla Ayılar yapmıştı, çünkü ayılar kampı şuan talan ediyordu. Suna; “Hayır! Ayılar değil. Olamaz. Ayılar ok, mızrak ve ateş kullanamaz, diye düşünüyorum.” Etrafı gözlediklerinde ilginç olduğunu gözlemlediler. Birileri kampa saldırmış, ok ve mızrakla korumayı öldürmüş, sonra da elektronik araçları yakmışlardı. Bu durum karşısında yapabilecek hiç bir şey yoktu. Geri dönüş yolu da tehlikeliydi. Ayrıca vahşi canlılarla doluydu. Yaklaşık bir saat farklı yöne ilerlediler. Bir nehir kenarına varıp, balık tuttular. Ardından Ateş yakıp, yediler. Karınlarını iyice doyurdular. Sonra Julia ve Suna, karar verdiler. Geri dönmeleri olanaksızdı. Geri dönüş yolunda ölmek yerine, ileriye gidip daha fazla bilinmezi keşfetmeye, resmetmeye karar verdiler ve yola koyuldular. Tepelere çıkmaya başlamışlardı. Bir hayli yükseğe vardıklarında yüksek çamlıkların arasında dinlendiler. Yükseklerden aşağıya, ufuklara göz yordular. Ötelerde bir tepe ve kayalık vardı. Bir şey orada duruyordu. Karanlık bir gölge idi. Fotoğraf makinesine sarılıp, yaklaştırdı kamerayı. Gördüğü karşısında dili tutulmuştu. İlk defa böyle bir şey görmüştü. Kara bir gölge, dalgalı bir duruş içinde bir varlık öylece etrafı seyrediyordu. İnsani bir duruşa sahip ama çok daha ihtişamlı ve ilginç bir yapısı vardı. Uzaktan onu bir goril sandı. “Yoksa godzilla veya kral kong gibi efsaneler doğru mu” diye düşündü. Ama Julia sonra kameraya odaklandı ve çekim yaptı. Gördükleri onları şoka sokmuştu. Karanlık bir buğu içinde bir insan var gibiydi. Ama insandan daha farklıydı. Boynuz ve alıcısı vardı. Yeleli bir hali vardı ama net görülmüyordu. Bu merakla yeniden kayalık tepeye göz attılar. Ama orada değildi. Etrafta da yoktu. Sonra arkalarında bir ses, bir tıslama ama sanki bir üfleme tarzında idi. Arkalarını döndüklerinde kimse yoktu ama karanlık ve gölgeler belirmişti. Kapkara bir buğu, sis perdesi kaplamıştı. Ağır ağır üzerlerine yaklaşıyordu. Ardından yine o heybetli kükreme, etkili ses geldi. Geyik sesinden borazan sesine benzer heybetli bir sesti bu. Gölgeli buğu içinde birileri görüldü. Aniden bağırma ve saldırı başladı. Mızrak ve kılıçlarla Sunaları esir almayı başarmışlardı. Çünkü attıkları minik iğneler anında kişileri uyuşturup, uykuya sokuyordu. Gözlerini bir kafeste açtılar. Kayalık kolanlardan, ağaç oyuklu tepeden ve çamur zeminden oluşan bir kafesti. Etrafı çitlerle sarılmıştı ama iğneli çitlerdi. Julia ve Suna sırt sırta bağlanmış, Yekta birkaç adım ötede ağaca bağlanmış, koruma da yere sırt üstü yatırılıp, bağlanmış vaziyetteydi. İlginç görünümlü insanlar geldi. Bura o köydü. Bahsi geçen köydü, bu insanlarda o ilkel, yerli kabile olmalıydı. Ama garip bir durum vardı. Hiç ilkel görünmüyorlardı. Modern de değillerdi. Daha çok tarihin en gelişmiş donanım ve ekipmanlarına sahip eski bir medeniyet gibiydi. Ellerinde kılıç, mızrak ve kalkanlar vardı. Vahşi köpek ve kaplanlar besliyorlardı. Atları da bilindik attan farklı idi. Ayrıca bu medeniyetin insanları normal insanlardan da farklıydı. Tenleri mavi ve yeşil arasında idi. Kimisi turkuaz, kimi açık yeşil renginde idi. İlk etapta boya sanmışlardı ama boya değillerdi. Diğerlerinden farklı yaşlı bir kadın yaklaştı. hafifçe gülümsedi ve çitin içine girdi. İşaret ederek, bağlı kişileri çözdürdü. Farklı bir dilde bir şeyler söyledi. Julia ve Suna anlamadı ve tabi koruma da. Yekta ise, biraz anlar gibi olmuştu. Çünkü çok eski bir yerel dilde konuşuyordu ve bu dili çocukken çok sık duyardı. Ayrıca üniversite zamanında da bu dili bolca inceleme fırsatı bulmuştu. Şimdi ise biraz olsun anlar gibiydi ama biraz daha dinlemeye ve odaklanmaya ihtiyacı vardı. Biraz odak sonrası “hoş geldiniz, endişe etmeyin!” gibi ifadeler kullanıyordu yaşlı kadın. Gel zaman git zaman Julia ve Suna, bu köye alışmıştı. Yekta ve koruma da uyum sağlamayı başarmış gibiydi. Modern hayata ait pek bir veri kullanılmıyordu. Özellikle elektrikli ve radyo aktif dalga oluşturan gereçlere yer yoktu burada. Nedeni ise köylüler bunun tehlikeleri çektiğini savunmasıydı. Kabus olarak adlandırdıkları varlığı ve diğer zararlı canlıları çekebiliyordu. Köy ilginç bir yapıda tasarlanmıştı. Koca bir kaya parçasının üzerinde idi. 4 Katlı bir köydü. Yeri altında, kayanın içine oyulmuş evlerden oluşuyordu. Yer yüzünde ise minik çadır ve bahçeler vardı sadece. Yukarıdan bakıldığında 4 - 5 çadırlı bir kamp gibi görülüyordu. Ama kalabalık bir medeniyetin beşiğini oluşturuyordu. Bu medeniyet doğa ile iç içe girmiş halde yaşam sürüyordu. Hayvanlar, ruh ve diğer varlıklarla iletişimi çok kuvvetliydi. Yalan ve gerçek ötesi bir kavram tanımıyorlardı. Çünkü onlara göre ruhlar da, efsane ve büyüler de gerçekti. Bu köyle olan Suna ve Julia ile Yekta da aslında buna kanaat getirmeye başlamıştı. Bütün yetişkinlerin bir binek hayvanı ve bir süvari varlığı vardı. Küçük çocukların ise bir koruyucu ruhani varlığı vardı. Bu kabul görmüş bir algı değil, gözle görülebilen ve hissedilebilen bir gerçekti. Çocukların neredeyse çoğu peri ve cinlerle temas halindeydi. Ancak bu durum olağandı ve gayet insani bir durum gibiydi. Adeta bir parçası gibiydi köylülerin. Yetişkin her bireyin bir bineği vardı ki, kimi at, kimi dinozor, kimi kurt vb. hayvanlardan faydalanmaktaydı. Süvari olarak ise cin, peri vb. tercih ediyorlardı. Günleri bilindik insanlardan daha farklı geçiyordu. Günü 5’e bölmüşlerdi. 1. bölümünde ev ve köy işlerini yapıyor, hayvanların bakım ve beslenme işleriyle uğraşıyorlardı. 2. bölümünde av, beslenme, dokuma, eğitim ve öğütleme gibi işlerle meşgul oluyorlardı. 3. bölümünü ki, günün öğlenden sonraki ilk saatlerini kapsıyordu, dua ve ibadetle geçiriyorlardı. Gökte bir tanrının olduğuna inanıyorlardı. Her şeyi onun verdiğine ve köylülerden 2 şey beklediğine inanılıyordu. Bunlar; şükür ve kurbandı. Biri doğduğunda, öldüğünde, yemek yediklerinde vb. dua ve şarkılarla şükür ibadeti yerine getiriyorlardı. Sonrasında ise kurban adama merasimi vardı. Her kişi kendince bir şeyler kurban ediyordu. Aslında kurbandan ziyade hediyeleşme adetiydi bu. Çocuklar meyve ve küçük ağaç kabuklarını, sevdikleri şeyleri hediye ediyordu. Yetişkinler ise, avladıkları hayvanları, topladıkları ganimet ve meyveler hediye edebiliyordu. Kadınlarla cadılar ise şarkı, dans vb. hediyelerde bulunuyorlardı. Bunu yapmadıklarında tanrının kızacağını ve felaket göndereceğini düşünüyorlardı. Şiddetli yağmur, deprem ve fırtınalar tanrının kızdığında gönderdiği azaplardı. Bazen de bir veya birkaç kişi yüzünde tanrı öfkelenip, köylülere ders almaları için bela gönderebiliyordu. Buna inanıyorlardı ve kabusu, ayıları, kurt veya vahşi hayvan saldırılarını gönderdiğine inanıyorlardı. En çok korktukları ise kabus ismini verdikleri varlığın sınırlarını aşıp, köylere modern insanların gelmesidir. Gelen birkaç modern insan olmuş. Suna ve Julia’lar da bunlardan birkaçı. Birçoğu Kabus’un kontrolündeki topraklarda ölmekte, ulaşanları da köylüler öldürüp, vahşi hayvanlara yem ediyormuş. Fakat son 30 yıldır gelen ilk modern insan Julia’lar olmuş. Bu nedenle öldürmek yerine konuk etmiştiler. Günler ağır ağır ilerliyordu. Birçok konu ve konuşma buradan kurtulma üzerine olmuştu ama imkansızlığı hep dile getiriliyordu. Gelindiğine göre gidilebilirdi de ama nasıl? Bir akşam üzeri çantasındaki bir deftere göz atmıştı Suna, ilk geldiği tarihi not almıştı. Buraya uçaktan ineli 1 ay olmuştu. Zaman çok hızlı mı geçiyordu? Günler uzadıkça uzuyor gibiydi halbuki. Köylünün dilini de az buz çözmeye başlamışlardı. Çünkü geniş bir edebi lisan kullanmıyor, çoğunlukla işaret, ses ve bakışlarla anlaşıyorlardı. Çoğu içgüdü ve hislerle iletişim kurmayı başarıyordu. Karanlık bir gece idi. Köylüler yer altı inlerine inmiş, tüm kapıları kapatmışlardı. Yağmurlu bir hava hakimdi. Dışarıdan yılda 2 defa gelen tehlikenin görüldüğü belirtiliyordu. Yine o canavarlar tepelere çıkmayı başarmışlardı. Kabus tepelerden nehir ve kanyona inmediği anı fırsat bilip, doğrudan tepelere yönelen canavarlar bu anı rutinleştirmişti. Yine bu günlerden biriydi ve köye saldırmayı başarmışlardı. Canavarlar da fiziksel olarak hayvani yapı görülse de ruhsal olarak şeytan, zihinsel olarak insan yapısına sahiplerdi. Bu canavarların bazı zamanlarda üstlerinde komuta eden farklı varlıkları vardı. Ork ve troll benzeri yapıdaki bu goril benzeri canlılar da bu yaratıkları kontrol ediyor ve saldırı gücünü artırıyordu. Fiziksel bedensel güçle birlikte mızrak, kılıç, ok, top, ateş gibi araçlardan da faydalanıyorlardı ve yer yüzündeki bütün bahçe, bağ ve çadırları yakıp, yok etmişlerdi. Hayvanları telef etmiş, ağaçları yakmışlardı. Ses ve gürültü yer altından duyuluyor, titreşimler hissediliyordu. Durum yaklaşık üç gece sürmüştü. Saldırı erken gelmiş, hazırlıksız yakalamıştı. Bahçelerde hasat toplanamamıştı. Toplanıp, depolanması ve işlenmesi gerekiyordu. Yoksa açlık ve zorlu kış kapıda olacaktı ki, bu şekilde olmuştu. Bahçeler, mal ve besiler, ağaçlar yok edilmişti. Yeniden kurulması zorlu, perişan geçecek kıştan sonra ancak mümkün olabilecekti. Günler sonra yüzeye çıktıklarında görülenler faciayı gözler önüne seriyordu. Bütün ağaçlar ve bahçeler yanmış, küle çevrilmişti. Hayvanlar parçalanıp, avlanmıştı. Bir yönden şanlıydılar. Köylülere zarar verilmemişti. Ama açlık ve zorlu hayat şartları yarın baş gösterdiğinde köylüler perişan olacaklardı. Etrafı kolaçan edip, araştırdılar. Yaşlılara genç köylüler gelip rapor verdi. Yaşlılar kurulu toplanıp, karar aldı. Yeniden geleceklerini anlamışlardı. Bir şey arıyorlardı. Bu yılda iki defa yapılan saldırı değildi. Yaza doğru yılın ilk saldırısı yapılırdı. Ama bu farklıydı. birini, bir şeyi arıyor gibiydiler. Ne için gelmişlerdi. Toparlanıp, birkaç besi hayvanını kestiler. Sonra ava çıkma kararı alındı ki, kışa avla hazırlık yapmaları gerekecekti. Bolca ağaç, tohum ve hayvan yakalamalıydılar. Ama büyük bir sorun vardı. Belli kişiler sadece belli zamanlarda ava çıkıyordu. Şimdi daha fazla kişi daha sık çıkmak zorundaydı ki, hazırlıklarını bir sonraki saldırıya kadar yapıp, toparlanabilsinler. Ama her köylü ehli değildi ve tehlikelere karşı savunmasızdı. Çaresizlik günün ilk ışıklarında bütün geçleri tepeden inmeye, ormanın derinliklerine ve kanyona gitmeye itti. Akşam vakti geldiğinde geriye dönmeleri bekleniyordu. Öyle de oldu. Julia ve Suna da merakla bekliyordu. Onları beklerken kadınlara yardım ediyorlardı. Örgü, deri işleme ve yemek toparlama işlerini hızla tamamlamaya çalışıyordu kadınlar. Merak tepelere gelecek gençlerin yolu gözlenmeye başlandı. günün 4. saati eğlence, ilim ve eğitimle geçerken 5. safhası uyku ile geçerdi bu köyde ama bu günlerde bu döngü karışıyordu. Akşam üzeri gençler avdan dönmüştü ama gidenlerin çok azı dönebilmişti. Onlardan da sadece birkaçı av yakalayabilmişti. Onlarda tavsan, kuş vb. avlamıştı. Bu duruma mı ağlasınlar yoksa kaybettikleri yakınlarına mı… Acılı günler başlıyordu. Açlık, kimsesizlik ve korku başlamıştı. Hastalık ve ölümler de boy gösterir olmuştu. Bir kişinin ölümü demek, bir binek, bir ruh ve varlığın ölümü, yuva ve ailenin yok olması demekti. Bu toplulukla beraber periler, cinler, doğa, hayvanlar, gölgeler, dil, kültür, mimari, doğaüstü diğer varlıklar ve dahası yaşam sürüyordu. Bu eşsiz güzellikteki doğa ve harikalar diyarı bu toplulukla birlikte ayakta duruyordu. Gizemi özenle korunmaktaydı. Aksi durumda vahşi yaşam üstün gelebilir, birçok varlığı yok edebilirdi. Dahası kainatın en kutsalı olduğu gibi en acımasız olanı insanlar da bu bölgeyi istila edebilirdi. Bölgenin keşfini ve yabancıların istilasını var güçleriyle önlemekteydiler. Zor durumlarda ise birçok varlıktan ve hatta kabus olarak lakap taktıkları üstün güçlü varlıktan bile yardım, destek alıyorlardı. Nitekim bölgenin esrarlı en güçlü koruyucusu birçok varlığa korku salan ve köylünün kâbus olarak lakap taktığı Saramasuhan idi. Gizemler ve bilinmezliklerle dolu bu bölgenin en esrarengiz olanı da yine Saramasuhan denilen varlıktı. Özellikleri desinler ve mış mış ilimden faydalanılarak bilinmekteydi. O böyle demiş, şu böyle görmüş diye anlatılıyordu. Gerçek ve kalıtsal materyallerde Saramasuhan’ı tanıma ve bilinir kılmayı ise Julia ve Suna sağlamaya çalışacaktı. Bunun için bu kaos ve anarşi durumundan istifade etmenin en iyi yollarını aramaya koyuldular. Evvela verimli düşünme ve araştırma için güvenli bir ortam sağlanmalıydı. Bu durum, köylülerden de gizlenmeliydi. Zira bu amaçla yapılacak tüm faydalı işe karşı çıkabilir, mani olabilirlerdi. Süregelen adet ve alışkanlıkları yıkmak, değiştirmek zordur, hele farklı ve gizemli bir toplum, varlık söz konusu ise. Gel zaman git zaman köylüler daha da perişan hale düştüler. Öyle ki, Yekta hastalanmış, koruma hayatını kaybetmişti. Julia ve Suna da yaşam mücadelesi veriyordu. Her gün daha çok kişi aç kalıyor, hastalanıyor ve ölüyordu. Yaratıkların saldırıları ise artık püskürtülemiyordu. Bu mücadelede bir şeylerin kontrol altına alınması gerekiyordu. Yoksa büyülü bir toplum ve gizemli bir şehir yok olacaktı. Julia ve Suna da bu yok oluşun mazlumlarından olacak gibiydi. Artık Yekta ve Julia bir karar alıp yaşlı kadına da danıştıktan sonra köy liderine fikir beyan ettiler. Fikre göre birkaç kişi yol alıp, Kabus olarak lakaplandırdıkları Saramasuhan’ın huzuruna çıkacak ve ondan yardım isteyeceklerdi. Ama ilginç olanı onu daha önce tam gören ve konuşan olmamıştı. Bir insan mıydı ki sanki o da iletişim kurmaya çalışılıyordu. Zayıf bir ceylanın gidip aslan veya kaplandan yardım dilemesi gibiydi bu iş. Konuşabilir mi insan bir vahşi ne olduğunu bilmediği varlıkla? Peri ve cinlere danıştı, onlardan yardım aldılar. Nihayet Saramasuhan’ın en çok varlığını hissettirdiği kanyon altı ve kayalık tepelere vardılar. Çok geçmeden Saramasuhan tarafından fark edilmiş ve sakince karşılanmışlardı. Uzaktan siyah bir at üzerinde buğulu kara sis içinde öylece bakıyordu. Yanında bir de kaplan dişli, kurt simalı vahşi bir varlık daha vardı. Mor ve kızıl parıltıdan koyu yeleli siyah bir pardus idi bu. Pars topluluğunun en inanılmazı idi adeta. Dört kişi meclise varmıştı. Aslında daha kalabalıklardı. Julia, Yekta ve köy temsilcisiyle bir de yiğit isimli asker kökenli bir süvari vardı. Ancak bu köylü toplumun ayrılması olan binekleri ve de ruhani koruyucuları da gelmişti. Bunları da sezebiliyor, görüp algılayabiliyor ve onlarla kolayca iletişim kurabiliyordu Saramasuhan. Ağır adımla Saramasuhan’ın av Pardusum diye adlandırdığı pars öne atılıp yaklaştı. İlk defa Julia bir parsın konuştuğuna şahit oluyordu. Kekeleyerek Yiğit isimli süvari konuşmaya başladı. Durumun vahimliğini ve olanları anlattı. Uzun uzadıya o anlattıkça köy temsilcisi ekledi. Nihayet bitmişti anlattıkları ve sonunda Saramasuhan, uzunca sabırla dinledikten sonra bir adım atıyla öne geldi ve; “Benden ne istiyorsunuz?” diye hırıltılı ve buğulu sesiyle sordu. Julia, konuşulanları tam anlamadığı için, “Bu kadar zor mu yardım istemek. Kabul etmedi mi?” diye söylenmeye başladı kendi dilinde. Ama bu dili de anlayabiliyordu Saramasuhan ve doğrudan kanatlarını kabartıp, “Yardım!, ben nasıl yardım edebilirim size?” diye ikinci sorusunu sordu. Her türlü yardıma açık olduklarını, çünkü başka şanslarının olmadığını yiğit beyan etti. Saramasuhan’ı derin bir sessizlik sarmıştı… Pardus, Saramasuhan’ın av yoldaşı pars dişlerini sıktı ve sonra geri dönüp, Saramasuhan’ın yanına doğru ilerledi. Ağır bir bakış ve derin bir nefes çektikten sonra; “Şartlar ve antlaşma gerek. Sizinle benim muhataplığımın bir nedeni olmalı. Neden size durduk yere yardım edeyim?” diye sordu. Yiğit, öne atılarak söze girdi. Heybetli bir ses tonu vardı. “Biz küçük görünen dev bir köyün topluluğu ve dev bir şehir devletiyiz. Sadece toprağın üzerini görüyor olamazsın. Bizle beraber onlarca varlık, canlı ve döngü yaşam mücadelesi vermektedir. Bizim yok olmamış tüm bu döngünün yok olması demek. Bu canavarlar da bizi yok etmek istiyor.” Saramasuhan, dinledi ve umursamaz bir tavırla; “Yani?” diye sordu. Yiğit yine yanıt verdi. “Bu katliama seyirci kalamazsın.” Saramasıhan, hafifçe tebessüm eden bir ses tonuyla yanıt verdi ve ardından atıyla uzaklara yol aldı. “Seyirci kalacağımı kim dedi?” Garip bir halde geri dönmüşlerdi. Yollar tehlikeliydi ve yol boyunca saldırıya uğramışlardı. Ağır darbe yemiş ve yaralıydılar. Elleri boş dönüyorlardı. Köye döndüklerinde hiç kimseyi bulamadılar. Canavar ve orkların istilasıyla taş üstünde taş kalmamıştı. etrafta bir tek ölü de yoktu ama kimse de kalmamıştı. Nereye gitmişlerdi? Kül içinde idi heryer. Alev almış yanıyordu. Çaresizce gözleri yaşlı o bölgeden uzaklaşmaktan başka çareleri yoktu. Koca bir nesil yok olmuştu. Saramasuhan’a lanet okuyorlardı. Çünkü yardımcı olmamıştı. Geceyi kara ormanda geçirip, günün ilk ışıklarıyla yola koyuldular. Nereye gideceklerini de bilmiyorlardı. Yolculuk yorucu geçmişti ve bir su kenarının dibinde konakladılar. Su ihtiyaçlarını gideriyorlardı ki, yine canavarların saldırısına uğradılar. Ama bu defa canavarlarla temas kurulamadan, müdahale gecikmemişti. Saramasuhan’ın azametiyle yaratıklar telef olmuştu. Ardından atlı bir birlik yaklaştı. Etrafı sardılar. Bunlar kızıl derili insanlardı ve içlerinde bu garip köyün insanlarından da vardı. Yiğit bunları tanıdı ve selamladı. Köylülerin sağ olduğunu, saldırıdan kurtulduklarını duyduğunda çok memnun oldu. Nasıl olduğunu ise yol boyunca dinledi.
Karanlık çökmek üzereydi. Siz gideli bayağı olmuştu. Aniden geldiler bir hışımla. Ne varsa yakıp, yıkmaya başladılar. Bizler her zamanki gibi sığınak ve yer altına indik ama kayaları delip, içeriye girmeyi başarmışlardı alttan. Bu kez yukarı, yüzeye kaçışıp çıktık. Yüzeyde uçurum kenarında sıkışıp kamıştık hepimiz. Süvari ve gençler bütün güçleriyle savunup, son kanlarına kadar savunma sağlıyorlardı. İşte o esnada o sesi duyduk. Her daim duyabileceğimiz ses idi. Ama bu defa farklı bir şey vardı. Ne zaman o sesi duysak ürperip, kaçardık. Korku bedenimizi sarardı. Bu defa umut, huzur ve sevinç kapladı. Çünkü öyle bir hışımla felaket gibi yaratıklarla birlikte orkların üzerine çöktü ki anlatılması olanaksız. Kanatlarıyla bir hortum çıkardı, gözlerinden ışınsal bir enerji saçıyordu. Yaratıklar eriyor, büzülüyordu. Orklar birer birer beyinlerini kaybedip, uçurumdan aşağı uçuyordu. Sonra bir rüzgar esti, tüm yaratıklar uçurumdan aşağı atıldı. Derin bir sessizlik çömüştü ki, ardımızda bir bulut parçası görüldü. Rüzgar esintisi bize doğru esiyordu. İçimizi öyle ferahlattı ki, korku ve gam kalmamıştı. Sonra kendimizi bu bulut üzerinde bulmuştuk. Ağır ağır kaya tepecikten uzaklaşıyorduk. Güzel ve etkili bir yolculuk başlamıştı bizim için. Etrafımızda periler ve cinlerde gelmekteydi. Sonra Saramasuhan da bize eşlik etti. Kuşlar gelip, etrafımızdan geçiyordu. Sonra farklı bir tepeciğe bizi getirdi. Kara parçasında idik. Ağır ağır bulut sise, sis ise neme bıraktı yerini. Hafif nemli çim üzerinde öylece duruyorduk. O kadar güzel bir vadideydik ki, hayal bile edilemez. Ama burası da tepecikti ve kayalarla kaplıydı. Şelale ve bulutlar vardı. Bulutlara çıkabiliyor ve üstlerinde seyahat edebiliyorduk. Öyle güzel bir doğası, iklim ve havası var ki görmelisin. İşte buraya gelmiştik. Bizden ayrı elf ve finler de burada yaşamakta. Her tür canlıyı bulabilirsin. Ayrıca çok geniş bir havza üzerinde. Büyük ve görkemli. Dahası güvenli. Çünkü burası Saramasuhan’ın himayesinde ve kontrolünde. Kendisinin ihtişamlı bir sarayı ve muazzam muhafızları var. Yaratıkların ulaşma olanağı yok. Bu arada bu tepecik karayla bağlantılı değil. Kızıl çam lavra göletinin üstünde buğulu bulutların arasında bir adacık gibi. Gökyüzüyle daha yakın teması olan bir bölge. Boyuna anlatıyordular ki, nihayet bir ovaya vardılar. Etraf beyaz buğu ve sisle kaplandı. Gökyüzünü görebiliyor ama etraf görülemiyordu. Sonra sis perdesi kayboldu ve yeşil, parıltılı gökyüzü adasına varmışlardı. Adeta gözleri kamaştıran bir atmosfer hakimdi etrafa. Gel zaman git zaman sonra hayat göçebelikten çıkmış, adeta yerlisi olmuştu Julia, Suna ve Yekta. Saramasuhan’ı da daha yakından inceleme ve araştırma fırsatı bulmuşlardı. Artık onu daha iyi tanımak ve nereden nasıl geldiğini öğrenmek istiyorlardı. Bazı olağan üstü bu topluluğun tapındığı gibi bir tanrı mıydı? Bu duruma kesinlikle karşı çıktığını ve kendisinin de onlar gibi yaratıldığını ve bir yaratıcı tanrının olduğunu birkaç kez vurguladığına şahit olmuş ve çok kez de duymuşlardı. Bu bilinmez gizemi artık gün yüzüne çıkartmak ve sırlarla dolu esrarengiz şifreleri çözmek istiyorlardı, tıpkı her insanın içinde içgüdüsel var olan bilme ve öğrenme arzusu olduğu gibi. Kendi dünyalarına ek olarak var olan buradaki canlılar ve tabi kaynaklar onları çok fazla cezbediyordu. Bunu açıklığa kavuşturmak için daha dikkatli gözlem ve araştırma gerekiyor, zaman zaman elde edilen bulgu ve bilgiler gözden geçirilerek mantık süzgecinden geçirilmesi önem arz ediyordu. Tüm bu zorlu süreci kökten kolaylaştırmanın bir yolu vardı ve bunu Suna yapmaya cesaret edecekti. Bu alemdeki bütün varlıklar 3 unsur için ömür harcıyordu. Yeme-içme, çoğalıp gelişme ve yaratıcı için hizmet etme. En önemli görev buydu. Aslında Suna ve Julia öyle düşünmüyordu. Çünkü bu hizmet değildi. İbadet olarak görülebilir miydi ki? Hayvanların beslenmesi, doğal dengeyi koruması ve diğer varlıklara yardımı ibadet olabilir miydi ve insanlara benzeyen buradaki topluluğun doğaya gösterdiği özen ve verdiği hizmet ibadet olabilir miydi? Onlara göre din kavramı olmalı ve insan düşünebilme yetisine sahip olmalıydı. Kendi dünyalarındaki gibi kilise, havra ve camı gibi ibadethanelerde dua edilmeliydi. Özet“Kabus! her varlık ve canavarın kabusu, o geliyor. Zelzele ve vurgun saldırısıyla hakimiyetini kuruyor. Gerçekmiş! Demek, denilen efsane gerçekmiş…” |
Değerlendirme: 5.0/1 |
Sayaç: 1077 | Ekleyen: jungnet | | |
Toplam Görüş: 0 | |